3 Ocak 2014 Cuma

Some Life Advice

The world is full
of half-enlightened masters.
Overly clever, too “sensitive” to
live in the real world, they
surround themselves with selfish
pleasures and bestow their grandiose
teachings upon the unwary.

Prematurely publicizing themselves, intent
upon reaching some spiritual climax, they
constantly sacrifice the truth
and deviate from the Tao.
What they really offer the world
is their own confusion.

The true master understands that
enlightenment is not the end,
but the means. Realizing that
virtue is her goal, she accepts
the long and often arduous cultivation
that is necessary to attain it.

She doesn’t scheme to become a leader,
but quietly shoulders whatever
responsibilities fall to her.
Unattached to her accomplishments,
taking credit for nothing at all,
she guides the whole world by guiding
the individuals who come to her.

She shares her divine energy with
her students, encouraging them,
creating trials to strengthen them,
scolding them to awaken them,
directing the streams of their lives
toward the infinite ocean of the Tao.

If you aspire to this sort of mastery,
then root yourself in the Tao. Relinquish
your negative habits and attitudes.
Strengthen your sincerity.
Live in the real world, and extend
your virtue to it without discrimination
in the daily round.

Be the truest father or mother,
the truest brother or sister,
the truest friend, and the truest disciple.

Humbly respect and serve your teacher,
and dedicate your entire being
unwaveringly to self-cultivation.
Then you will surely achieve self-mastery
and he able to help others in doing the same.


“Hua Hu Ching”

20 Şubat 2012 Pazartesi

bazen hayat durur

  Bi geçen kış böyle Ankara'da üşümüştüm , bir de bu İtalyan memleketinde bu kış üşümekteyim. Haftalardır avrupayı esir alan soğuk, buralara da uğradı ve okulları tatil etti. zaten ekonomik durumlardan ötürü kuruşu kuruşuna planlamadan gezi düzenleyemeyen bendeniz 'asistan-öğretmen' için epey zor zamanlar idi. Livorno iyi hoş da, tekrar gelme hayalleri kurmamı sağlaması için burada beni bekleyen birilerinin olması gerekecek sanırım :) artık güneş yüzünü gösterdi derken fırtınalı bir yağmur dalgası şimdi de.  uzak olma süresi maksimuma dayanmış ,' hesapsızca sosyalleşme barı' kırmızı olan bünyeyi isyanlara sürüklüyor.. bahar gelsin ,güneye inelim ve biz de şu İtalyan rüyası neymiş görelim . dilemekteyiz mütemadiyen.

  bunca zamandır burda olmama rağmen istediklerimin pek azını gerçekleştirebildim. genelde zamanımı evde geçirmek durumunda kalışım hiç hoş değil, yabani Livono halki sağolsun! ben bu kadar meraksız bir insan sürüsü görmedim. italyan sıcaklığı, akdeniz insanının güler yüzlülüğü, hesapsız dostluklar..hepsini yalanlarcasına 'çok yanlış geldiniz' diyebildi bana Livorno şu 5 ayda.

   Şu ana kadar ne italyancamı istediğim ölçüde geliştirebilmek için kasılmadan konuşacak bi çift samimi insanla karşılaştım, ne döndüğümde arayabileceğim güzel dostluklar edinebildim, ne de burada olmaktan tam anlamıyla memnun olabildim....buranın insanı yabancıya doymuş , kendi içlerine büzülüp dışaryla ilgisi kalmamış.Oysaki bu kent kurulurken özgürlüğün baş kenti olma iddiasındaydı. Farklılıklar kardeşçe yaşasın , ne olursan ol yine gel demişti bu topraklarda bu şehri kuranlar dünyanın dört bir yanındaki insanlara. ancak bu sadece tarih ve bugune yansıması ne yazık ki bir adımdan sonrasını atmayacak kadar at gözlüklü insanlar olabilmiş( en azından benim karşılaştıklarım). atalarının kemiklerini sızlatırcasına dar kafalı ve en güzel ifade ile 'indifferent' bir topluluğun, komunizmin temelleri üstünde ezerek yükselmiş kapitalizmin doğurduğu yüzeysel ilişkilerin şehri! seni hiç sevmedim Livorno, yeni bir şeyler için heveslenme özgürlüğümü, yeni bir kenti ve değişik insanları keşfetme mutluluğunu benim elimden almaktasın!
 
 her gün işten sonra ,güzel bir iki kare yakalarım diye makinemi yanımda taşıyorum. Bazen bıkkın hissettiğim zamanlarda kendime bir görev belirleyip foto çekmeye çıkma bahanesiyle dışarı çıkıyorum. ancak sanırm bu şehir,benim gibi avaraj göze sahip birine ilham verememekte :) ben de sevdiğim farklı yerlerden çektiğim birkaç fotoğrafı ekliyorum.
 Palmiyeler ve kar, yanyana gelmeye pek alışık değiller.

Karın ardından yağmur, ucu görünmeyen kış ...



   
 Tabi arada Livorno dışına çıkabildiğimde keyfim yerine geliyor. Mesela , İtalyada karnavalı ile ünlü sahil kenti Viareggio 'yu karnaval zamanında ziyaret ettim.  Viareggio karnavalı 1873 yılında, şehrin önde gelen zenginlerinin , ağır vergileri protesto etmek için kostümler içinde sokakta yürümeleri ile başlamış ve o günden bu yana, genelde siyasi mesajlar taşıyan her biri birer sanat eseri karnaval arabaları ile karnaval Viareggio'da kutlanır olmuş.

                          çocukluğumun kabusu Gulyabani, Viareggio'da da karşıma çıktı :)


                                                                  The Beatles fever


                                              Berlusconi 'nin oyunu .




      İtalyanların ünlü singer -songwriter ı Fabrizio De Andre 'nin şarkılarını temsil eden bir karnaval arabası.


                               Evet yanlış görmediniz, carla 'nın kucağındaki berlusconi!

ünlü ressamların tablolarının temsili olan bu festival arabası favorim .








Bu maket facebooku temsil ediyor ,yanındaki de arap kılığında bir festival katılımcısı.
 


9 Ocak 2012 Pazartesi

Mucizelerden geçen yolculuk

Son zamanlarda sağımda solumda o kadar fazla uyarıcı, keşfedilmeyi bekleyen o kadar değişik şey ve yapılmayı bekleyen bir yığınla iş var. Maymun iştahım hangisi ile doyacağını iyice şaşırmış durumda iken bir ondan bir bundan tattırmaya devam ediyorum ben de ona!

  En son izlediğim 2 filmin hoş ortak özelliklerinden yola çıkarak biraz bahsetmek istiyorum.


 Miracolo a Le Havre : Aki Kaurismaki, söylemesi çok eğlenceli bir isme sahip olmasının yani sıra, öyle kenara atılmayacak cinsten bir yönetmen imiş aynı zamanda .Filmimiz Normandiya'da 60 'lı yıllarda geçen, tiyatral havası, yer yer eski Türk filmlerini aratmayacak hikayesi ve ince melankolisi ile avrupa sinemasında farklı bir tecrübe. Kahramanımız orta yaşlarını geçmiş , fakir ama umutlu ; ağzında sigarası kalbinde büyük aşkı ile hayat kavgası sürdürmekte. Gemilerinin batması ile ortada kalan , şirin göçmen çocuğa merhamet eden büyük yüreğin ,arada komik diyaloglarla bezeli olduğundan neredeyse trajikomik diye adlandırabileceğimiz bu melankoliden ;bizi 2 küçük mucize ile kurtarması ile benim gözümde filmi izlenmeyi hak ettiriyor. Filmin genel atmosferinin ülkemiz gerçekleri içinde hala hissedilebilecek türden olması da cabası!

Midnight in Paris ;Woody Allen filmlerinden ne beklenir çok bilmeden , senelerce dört gözle bekleyip sonunda gerçekleştridiğim Fransa gezisi öncesi içimi umutla doldurdu.Kalburüstü  bir feel good movie diyenler olmuştur belki ama altını çizeceğim bu film çok lezzetli! Bazen gayet basit ve eğreti sıfatlar kullanabilme özgürlüğümü burada doldurmak istiyorum böylece. Hangimiz hayranı olduğumuz yazarı okurken onun döneminde yaşamak istemedik, hangimiz eserlerine bakıp kıskandığımız ressamların etten kemikten hallerini görmeyi dilemedik, hangimiz 'hoş' kafa ile yaratıcılığımızın sınırlarını zorlamaya teşebbüs etmekten kendimizi çok kez alıkoymaya çalışmadık ki :) En azından ben bunların hepsini çok kez düşünmüş biri olarak Midnight in Paris'in her karesini çok sevdim! Filmdeki kahramanımızın içine girdiği mucizevi ortam bize gerçekliğini sorgulatmayacak bir şenlik .Belki de Paris'in büyüsü (özellikle Pariste çok müze gezmiş insan kafasından süzülerek )ancak böyle anlatılabilirdi. Woody Allen besbelli ki hem kendi hayallerini ete kemiğe büründürmüş hem de herkese oradan buradan hoşlanacağı bir kare bırakmayı başarmış.



Bu güzel seyirliklerden sonra yaptığım Fransa gezime gelince. Özellikle Paris bir de benim onayımı almak zorunda değil tabi ki :) Ama ben orada geçirdiğim her günden çok keyif aldım. sabahın körlerinde hiç zorlanmadan hevesle  kalkıp ,keşfetmenin bitmeyeceği ayrıntıların peşine düşmek ve bulduklarımla hayal kırıklığına uğramamak; bol bol hayal kurmak ve fotoğraf çekmek... Gördüğüm nice güzellikten unutmak istemediklerimi yazdığımda benim de küçük Paris hayalim pekişmiş olacak...





9 Ekim 2011 Pazar

A Legal Alien: Nerede bu kitaplar?

 Livorno'ya gelirken yanıma, bagaj sınırını epeeyce açtığım için yolda okuyacağım İlahi Komedya ve birkaç ders kitabım dışında kitap alamamıştım. Geldikten birkaç gün sonra kitabım bitti ve ben de daha önce listesini yaptığım, İtalya ile ilgili çeşitli konularda okumak için sabırsızlandığım kitapları aramak için yola koyuldum. Önce sokakta gördüğüm birkaç kitapçıya uğradım ama ellerinde çok az İngilizce kitap vardı. Çoğu gerçekten çok pahalı idi ve aradığım konularda kitaplar yoktu. Böylece, Livorno'da kütüphane arama maceram başladı :)

  Öncelikle haritada gördüğüm büyük kütüphane ' Biblioteca Labronica' ile başladım. Buraya ulaşmak için evimin bulunduğu yerden , 1 saat 15 dk yürümem gerekti.


Kocaman, yemyeşil çimenlerle dolu bir parkın bahçesindeki kütüphaneyi cep telefonum ile düzgün fotoğraflayamadım ancak bir de sonbahardaki görüntüsü için buraya tekrar uğrayacağım:)


 Yukardaki fotoğrafta yoga yapan iki rastalı gencin olması gerekiyordu :) arkalarındaki de kütüphane binası.





Kütüphanenin önünde kocaman bir açıkhava sineması var, ancak programlarına göz atma şansım olamadı ne yazık ki...


 Labronica'da aradığımı bulamadım ve turist danışma noktasına gittim. Tarif ettikleri yere gittiğimde buranın aslında bir kitapçı olduğunu ve soruyu sorarken (aslında doğru ama) yanlış kelimeyi kullandığımı anladım! Çünkü İtalyanlar kitapçılara libraria , kütüphaneye de biblioteca diyorlar ve ben İngilizce de olsa 'library' diye sorduğum için yanlış yönlendirilmiştim:)

 Bu kitapçıda da aradığımı bulamadıktan sonra iş başa düştü ; internetten araştırma yaptım ve okulumun hemen karşı sokağında bir kütüphane olduğunu fark ettim. Ne yazık ki konaktan bozma bu sevimli kütüphaneden de hüsranla çıktım çünkü burası süreli yayınların bulunduğu bir kütühane imiş, tabi ki hepsi sadece İtalyanca... Görevliler beni çaprazındaki sokağa yönlendirdiler. Çok minik ve dar olan bu sokakta kütüphaneyi sormak için gördüğüm tek açık kapıdan girdim. İçerde bir resim sergisi varmış! Oralarda da bir kütüphane olmadığını görevliden öğrendikten sonra, henuz açılmamış olan sergiyi gezmek istedim.





Franco Bonsignori'nin bana hediye ettiği kitabından bir fotoğrafı:)


  Serginin sahibi, Livorno'da doğmuş ressam  Franco Bonsignori  yanıma geldi. Türk olduğumu söyledikten sonra çok sevindi, ve bana 30 resminin de tek tek hikayelerini anlatıp gezimde eşlik etti. Tabiki her cümlesi İtalyanca :)  Sergi , Pİnokyo'nun 3. milenyuma uyarlanmış halinin illustrasyonlarından oluşuyordu. Sanatçı Pinokyo'yu ve etrafındaki dünyayı makine parçalarını birleştirerek yeniden çizmiş, günümüze de hitap edebilen hoş bir uyarlama olmuş. Sanırım hikayeyi de yeniden yazmış ancak kötü italyancam yüzünden hikayelerdeki belirgin farklılıklar dışında tam olayı kavrayamadım ne yazık ki.  İtalyancayı pek de iyi bilmedğimi söylediğim halde bu mutevazı ve yetenekli illustratorun usanmadan bana tüm resimleri anlatması; tamamen yabancı bu kente alışmaya çalışan benim tam da aradığım sıcaklıktı :) Çocuk kitabı illustrasyonlarından çok hoşlandığımı ancak büyük bir yeteneğim olmadığını söylediğim zaman, resim çalışarak öğrenilen bir sanat diyerek beni telkin etmesi de cabası :)

  Eve gelip şu siteye  ( http://www.livornonow.com/ )  bir göz attıktan sonra , sitenin editoru Sarah'ya bir mail attım ve nerede İngilizce kitap bulabileceğimi sordum. Ve yine hoş bir sürprizle karşılaştım çünkü Sarah etrafta çok İngilizce kitap olmadığını ama kendi kütüphanesini bana açabileceğini söyledi :)  Hissettiğim mutluluk çikolataya eşlik eden güzel bir kahve tadı gibi :) Şimdilik kitap sorunum çözülmüş görünüyor ...

7 Ekim 2011 Cuma

Ciao Da Lİvorno




                                                  Via Della Venezia

 Livorno'ya geleli 9 gün oldu. Sanırım şehri tek başına keşfetmek için gerekli  cesaret ve rahatlığa yavaş yavaş ulaşıyorum. Bunda, şehrin en ünlü caddesinde, eski bir tiyatro binasında çalışma şansını edinmemin de katkısı var sanırım. Her gün 'Venezia ' caddesindeki mermer köprüden geçiyorum. Burayı bir turist gibi gezmek istemiyordum ancak her gün gördüğünüz yerlerin tarihi değerlerini bildiğinizde bakış açınız kesinlikle değişiyor. Ben de Livorno ile ilgili, burada yaşayan bir İngilizin, daha çok turistik fakat epey yararlı blogunu bulduktan sonra çevrem hakkında bir şeyler öğrenmenin keyfine varıyorum.

  Burası Venedik caddesi diye adlandırılıyor. Medici'ler zamanında (ve hala) liman kenti olan şehirde, tüccarların şehrin iç kısımlarına ulaşabilmesi için bu minik kanallar yaptırılmış. Kanallar merkezdeki kalenin etrafını dolaşıyor. Gondolla olmasa da minik bir feribotla kanal gezisi yapmak mümkün. Ben henüz karadan bakmakla yetiniyorum.





ÇAlıştığım anaokulu ' Centro Infanzia Alveare' çok eski bir tiyatro binası imiş . Şu durumda çok ilgi çekici görünmediğini söyleyebiliriz :)


       













  Okuldaki minikler bana birer hediye vermek istemişler! Her gün resim saatleri olan 5 yaş grubu öğrencilerimin eserleri aşağıdakiler.


Soldaki foto bir gemi imiş , üzerinde de geminin ismi :)



 İtalyan isimlerine henüz alışık olmadığım için , sağdaki neşeli resimde 'seni seviyorum ( ti amo) mu yazıyor, yoksa minik öğrencinin henüz öğrenemediğim ismi mi emin değilim .










'Bir çocuk gibi resim yapmayı öğrenmem yıllarımı aldı' diyen Picasso'ya selam gönderiyor bu kocaman kucaklamalı kız çocuğu.








     Dansçılar :)
               
  Şİmdilik öğrencilerim epey utangaçlar. Çünkü takip ettiğim öğrenme yaklaşımı gereği onlarla sürekli İngilizce konuşmam gerekiyor ve anlamadıkları için şaşkın suratlarla gülümsemekle yetiniyorlar. Benim de İtalyancam onların İngilizcesinden çok farklı değil . Uzun hikayeler anlattıklarında  'Allora bimbi, non so İtaliano bene ' diyebiliyorum.
  5 yaş grubunda bir çocuk benimle biraz fazla ilgileniyor :) Kendi uydurduğu 'İngilizce' ile bana bir sürü şey anlatıyor. Priceless...

21 Mart 2011 Pazartesi

Nasılsınız ?


'İyi olma hali' çok uzun zamandır epey göreceli bir durum. Çok çok çok uzun zamandır desem yanlış olmayacak. Belki insanların Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde yukarıya çıkmaya başlayabildikleri dönemlerden itibaren ; iyi olma hali epey göreceli. Ama yine de hatrımızı soranlara dürüstçe duygularımızın/sıhhatimizin ne durumda olduğunu söylemekten çekinmiyoruz (üşenmiyorsak).

Bu göreceli iyi olma halinin farkında olarak, artık soranlara 'pek iyi değilim' demekten imtina etmekteyim. Belki de vicdanı olan bir çoğumuz; biraz düşünecek zamanı olabilecek kadar şanslı olanlarımız da benim gibidir son zamanlarda. Çünkü ben o hiyerarşide yukarda olan; yerine getiremediklerim yüzünden iyi halde olmayan biriyim. Ama baktığımız her yerde , yaşamamız için gerekli olan derecelerde 'iyi hal' sahibi olamayan insanlar; hiç bu kadar fazla oldu mu acaba. Belki böyle umutsuz düşünme sebebim; dünya savaşı, verem salgını zamanlarına şahit olmamış; 80'lerin tabu olduğu bi ailede büyümüş olup sonuçta o umarsız kuşağa ait biri olup çıkmam olabilir. Belki bize sadece kendi refahımızı korumak, sosyal konularda dilimizi tutmak, geniş düşünmeden işimize bakmak öğretildiği için ; görmeye başlayınca şok olduğumu zannedebilirim. Yok, bir durup düşününce, bu endişeler rahat beynin alternatif huzursuzluk fikirleri falan değil. İşte, hep karşımızda, artık bir tv, bir gazete bir pc yakınımızda...Belki bu sebeplerden, belki de artık at gözlükleri çıkmaya başladığından bu huzursuz zamanları , en huzursuz zamanlar seçip; tüm tüylerim diken diken, bir şey yapamadığım içimde zıplayıp duran duyarlılığımı bastırarak izleyebiliyorum sadece. Kendi hiyerarşimde , yüksekten bakıyorum olan bitene . Başımı kaldırıp binbir endişe ile ulaşamadıklarımı ; bir de üzüntü ve korku ile tepetaklak aşağı düşenleri izliyorum.

Artık biliyoruz, yarın pek de hoş şeyler getirmeyecek... Ben yine de , en ilkel korkularımızı yaşayan , bunları hiç hak etmeyen tüm insanlar için 'iyi' olmaya çalışıyorum 'iyiyim' diyorum...


10 Mart 2011 Perşembe

House terk edilince biz de terk edilmiş sayıldık!

3 sene önce keşfettiğimden beri favorilerim arasından düşmeyen bir dizi House... Dahiliğinin affettirdiği serseriliği, anarşist ruhu ve aslında çok kırıcı olabilen zor bir insan olmasına rağmen , hayata karşı duruşu çoğu zaman hayran bırakan karakter House, hem kendisi hem de diğer karakterleri ile bir şekilde hayatımdaki bir çok kişiyi dışardan izleyebiliyormuşum imkanı veriyor gibi geldi bana hep. Bu nedenle House'yi çok sıkı kucakladım, biraz kendime gülerek tabi.

Spoiler

House'nin yayınlanan son bölümü ( 7.sezon - 15.bölüm) beni epey üzdü. Çünkü House 'nın hayata tutunabilen, sevgisini gösterebilen ve paylaşmaktan , epey cool şekilde de olsa, korkmayan tarafını daha çok sevmiştim. Sanırım o içindeki umutla hepimize, tüm inatçıların kırılabildiğini gösterdiğinden umut verdiği içindi. Ancak Cuddy; hasta iken kendini Vicodin ile uyuşturarak ona destek olan House'nin ne yaptığını anladı ve House'umuzu terk etti... Çünkü bu hareketten yola çıkarak House'nin ;onun acısını, sıkıntısını ;doğal olarak da hayatını hiçbir zaman paylaşamayacak kadar üzüntüden kaçan bir bencil adam olduğunu yine anladı . Cuddy'nin mukeme gücüne, mantığını kullanabilmesine hayran olsam da House için üzüldüm işte. O, büyük bencillik içinde küçük bir çocuk gibiydi. Aslnda çocukların da tek düşünebildikleri kendileri olduğu için House'nin bir çocuk olduğunu söyleyebiliriz :)

Bu yazıyı House için yazmadım, zira kendimi dizilere kaptırıp onlarla yaşayan biri değilim :) Fakat bu bölüm dipte yatan korkuları ayağa kaldırdı , bana da iki çift kelime döküp rahatlamak düştü desem yalan olmaz. Bencil olmadan sevebilmek ve sevilebilmenin, birinden bencil olmamasını istemenin aslında pek de haklı bişiy olmaması; iki kişinin bir olması için mutlaka bir diğerinin daha çok şey vermesi gerekmesi ve bu kuralların ne yazık ki hayatta Murphy yasaları kadar gerçek olması...

Uzun süredir durup kendini dinlemeyen ;'mutlu muyum?' diye sorgulamayan bünyeye ağır gelen bir bölüm oldu sonuçta işte. Bencil amaçlarla bir teenager isyanı yazısı yazdırdı:)