9 Ekim 2011 Pazar

A Legal Alien: Nerede bu kitaplar?

 Livorno'ya gelirken yanıma, bagaj sınırını epeeyce açtığım için yolda okuyacağım İlahi Komedya ve birkaç ders kitabım dışında kitap alamamıştım. Geldikten birkaç gün sonra kitabım bitti ve ben de daha önce listesini yaptığım, İtalya ile ilgili çeşitli konularda okumak için sabırsızlandığım kitapları aramak için yola koyuldum. Önce sokakta gördüğüm birkaç kitapçıya uğradım ama ellerinde çok az İngilizce kitap vardı. Çoğu gerçekten çok pahalı idi ve aradığım konularda kitaplar yoktu. Böylece, Livorno'da kütüphane arama maceram başladı :)

  Öncelikle haritada gördüğüm büyük kütüphane ' Biblioteca Labronica' ile başladım. Buraya ulaşmak için evimin bulunduğu yerden , 1 saat 15 dk yürümem gerekti.


Kocaman, yemyeşil çimenlerle dolu bir parkın bahçesindeki kütüphaneyi cep telefonum ile düzgün fotoğraflayamadım ancak bir de sonbahardaki görüntüsü için buraya tekrar uğrayacağım:)


 Yukardaki fotoğrafta yoga yapan iki rastalı gencin olması gerekiyordu :) arkalarındaki de kütüphane binası.





Kütüphanenin önünde kocaman bir açıkhava sineması var, ancak programlarına göz atma şansım olamadı ne yazık ki...


 Labronica'da aradığımı bulamadım ve turist danışma noktasına gittim. Tarif ettikleri yere gittiğimde buranın aslında bir kitapçı olduğunu ve soruyu sorarken (aslında doğru ama) yanlış kelimeyi kullandığımı anladım! Çünkü İtalyanlar kitapçılara libraria , kütüphaneye de biblioteca diyorlar ve ben İngilizce de olsa 'library' diye sorduğum için yanlış yönlendirilmiştim:)

 Bu kitapçıda da aradığımı bulamadıktan sonra iş başa düştü ; internetten araştırma yaptım ve okulumun hemen karşı sokağında bir kütüphane olduğunu fark ettim. Ne yazık ki konaktan bozma bu sevimli kütüphaneden de hüsranla çıktım çünkü burası süreli yayınların bulunduğu bir kütühane imiş, tabi ki hepsi sadece İtalyanca... Görevliler beni çaprazındaki sokağa yönlendirdiler. Çok minik ve dar olan bu sokakta kütüphaneyi sormak için gördüğüm tek açık kapıdan girdim. İçerde bir resim sergisi varmış! Oralarda da bir kütüphane olmadığını görevliden öğrendikten sonra, henuz açılmamış olan sergiyi gezmek istedim.





Franco Bonsignori'nin bana hediye ettiği kitabından bir fotoğrafı:)


  Serginin sahibi, Livorno'da doğmuş ressam  Franco Bonsignori  yanıma geldi. Türk olduğumu söyledikten sonra çok sevindi, ve bana 30 resminin de tek tek hikayelerini anlatıp gezimde eşlik etti. Tabiki her cümlesi İtalyanca :)  Sergi , Pİnokyo'nun 3. milenyuma uyarlanmış halinin illustrasyonlarından oluşuyordu. Sanatçı Pinokyo'yu ve etrafındaki dünyayı makine parçalarını birleştirerek yeniden çizmiş, günümüze de hitap edebilen hoş bir uyarlama olmuş. Sanırım hikayeyi de yeniden yazmış ancak kötü italyancam yüzünden hikayelerdeki belirgin farklılıklar dışında tam olayı kavrayamadım ne yazık ki.  İtalyancayı pek de iyi bilmedğimi söylediğim halde bu mutevazı ve yetenekli illustratorun usanmadan bana tüm resimleri anlatması; tamamen yabancı bu kente alışmaya çalışan benim tam da aradığım sıcaklıktı :) Çocuk kitabı illustrasyonlarından çok hoşlandığımı ancak büyük bir yeteneğim olmadığını söylediğim zaman, resim çalışarak öğrenilen bir sanat diyerek beni telkin etmesi de cabası :)

  Eve gelip şu siteye  ( http://www.livornonow.com/ )  bir göz attıktan sonra , sitenin editoru Sarah'ya bir mail attım ve nerede İngilizce kitap bulabileceğimi sordum. Ve yine hoş bir sürprizle karşılaştım çünkü Sarah etrafta çok İngilizce kitap olmadığını ama kendi kütüphanesini bana açabileceğini söyledi :)  Hissettiğim mutluluk çikolataya eşlik eden güzel bir kahve tadı gibi :) Şimdilik kitap sorunum çözülmüş görünüyor ...

7 Ekim 2011 Cuma

Ciao Da Lİvorno




                                                  Via Della Venezia

 Livorno'ya geleli 9 gün oldu. Sanırım şehri tek başına keşfetmek için gerekli  cesaret ve rahatlığa yavaş yavaş ulaşıyorum. Bunda, şehrin en ünlü caddesinde, eski bir tiyatro binasında çalışma şansını edinmemin de katkısı var sanırım. Her gün 'Venezia ' caddesindeki mermer köprüden geçiyorum. Burayı bir turist gibi gezmek istemiyordum ancak her gün gördüğünüz yerlerin tarihi değerlerini bildiğinizde bakış açınız kesinlikle değişiyor. Ben de Livorno ile ilgili, burada yaşayan bir İngilizin, daha çok turistik fakat epey yararlı blogunu bulduktan sonra çevrem hakkında bir şeyler öğrenmenin keyfine varıyorum.

  Burası Venedik caddesi diye adlandırılıyor. Medici'ler zamanında (ve hala) liman kenti olan şehirde, tüccarların şehrin iç kısımlarına ulaşabilmesi için bu minik kanallar yaptırılmış. Kanallar merkezdeki kalenin etrafını dolaşıyor. Gondolla olmasa da minik bir feribotla kanal gezisi yapmak mümkün. Ben henüz karadan bakmakla yetiniyorum.





ÇAlıştığım anaokulu ' Centro Infanzia Alveare' çok eski bir tiyatro binası imiş . Şu durumda çok ilgi çekici görünmediğini söyleyebiliriz :)


       













  Okuldaki minikler bana birer hediye vermek istemişler! Her gün resim saatleri olan 5 yaş grubu öğrencilerimin eserleri aşağıdakiler.


Soldaki foto bir gemi imiş , üzerinde de geminin ismi :)



 İtalyan isimlerine henüz alışık olmadığım için , sağdaki neşeli resimde 'seni seviyorum ( ti amo) mu yazıyor, yoksa minik öğrencinin henüz öğrenemediğim ismi mi emin değilim .










'Bir çocuk gibi resim yapmayı öğrenmem yıllarımı aldı' diyen Picasso'ya selam gönderiyor bu kocaman kucaklamalı kız çocuğu.








     Dansçılar :)
               
  Şİmdilik öğrencilerim epey utangaçlar. Çünkü takip ettiğim öğrenme yaklaşımı gereği onlarla sürekli İngilizce konuşmam gerekiyor ve anlamadıkları için şaşkın suratlarla gülümsemekle yetiniyorlar. Benim de İtalyancam onların İngilizcesinden çok farklı değil . Uzun hikayeler anlattıklarında  'Allora bimbi, non so İtaliano bene ' diyebiliyorum.
  5 yaş grubunda bir çocuk benimle biraz fazla ilgileniyor :) Kendi uydurduğu 'İngilizce' ile bana bir sürü şey anlatıyor. Priceless...

21 Mart 2011 Pazartesi

Nasılsınız ?


'İyi olma hali' çok uzun zamandır epey göreceli bir durum. Çok çok çok uzun zamandır desem yanlış olmayacak. Belki insanların Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde yukarıya çıkmaya başlayabildikleri dönemlerden itibaren ; iyi olma hali epey göreceli. Ama yine de hatrımızı soranlara dürüstçe duygularımızın/sıhhatimizin ne durumda olduğunu söylemekten çekinmiyoruz (üşenmiyorsak).

Bu göreceli iyi olma halinin farkında olarak, artık soranlara 'pek iyi değilim' demekten imtina etmekteyim. Belki de vicdanı olan bir çoğumuz; biraz düşünecek zamanı olabilecek kadar şanslı olanlarımız da benim gibidir son zamanlarda. Çünkü ben o hiyerarşide yukarda olan; yerine getiremediklerim yüzünden iyi halde olmayan biriyim. Ama baktığımız her yerde , yaşamamız için gerekli olan derecelerde 'iyi hal' sahibi olamayan insanlar; hiç bu kadar fazla oldu mu acaba. Belki böyle umutsuz düşünme sebebim; dünya savaşı, verem salgını zamanlarına şahit olmamış; 80'lerin tabu olduğu bi ailede büyümüş olup sonuçta o umarsız kuşağa ait biri olup çıkmam olabilir. Belki bize sadece kendi refahımızı korumak, sosyal konularda dilimizi tutmak, geniş düşünmeden işimize bakmak öğretildiği için ; görmeye başlayınca şok olduğumu zannedebilirim. Yok, bir durup düşününce, bu endişeler rahat beynin alternatif huzursuzluk fikirleri falan değil. İşte, hep karşımızda, artık bir tv, bir gazete bir pc yakınımızda...Belki bu sebeplerden, belki de artık at gözlükleri çıkmaya başladığından bu huzursuz zamanları , en huzursuz zamanlar seçip; tüm tüylerim diken diken, bir şey yapamadığım içimde zıplayıp duran duyarlılığımı bastırarak izleyebiliyorum sadece. Kendi hiyerarşimde , yüksekten bakıyorum olan bitene . Başımı kaldırıp binbir endişe ile ulaşamadıklarımı ; bir de üzüntü ve korku ile tepetaklak aşağı düşenleri izliyorum.

Artık biliyoruz, yarın pek de hoş şeyler getirmeyecek... Ben yine de , en ilkel korkularımızı yaşayan , bunları hiç hak etmeyen tüm insanlar için 'iyi' olmaya çalışıyorum 'iyiyim' diyorum...


10 Mart 2011 Perşembe

House terk edilince biz de terk edilmiş sayıldık!

3 sene önce keşfettiğimden beri favorilerim arasından düşmeyen bir dizi House... Dahiliğinin affettirdiği serseriliği, anarşist ruhu ve aslında çok kırıcı olabilen zor bir insan olmasına rağmen , hayata karşı duruşu çoğu zaman hayran bırakan karakter House, hem kendisi hem de diğer karakterleri ile bir şekilde hayatımdaki bir çok kişiyi dışardan izleyebiliyormuşum imkanı veriyor gibi geldi bana hep. Bu nedenle House'yi çok sıkı kucakladım, biraz kendime gülerek tabi.

Spoiler

House'nin yayınlanan son bölümü ( 7.sezon - 15.bölüm) beni epey üzdü. Çünkü House 'nın hayata tutunabilen, sevgisini gösterebilen ve paylaşmaktan , epey cool şekilde de olsa, korkmayan tarafını daha çok sevmiştim. Sanırım o içindeki umutla hepimize, tüm inatçıların kırılabildiğini gösterdiğinden umut verdiği içindi. Ancak Cuddy; hasta iken kendini Vicodin ile uyuşturarak ona destek olan House'nin ne yaptığını anladı ve House'umuzu terk etti... Çünkü bu hareketten yola çıkarak House'nin ;onun acısını, sıkıntısını ;doğal olarak da hayatını hiçbir zaman paylaşamayacak kadar üzüntüden kaçan bir bencil adam olduğunu yine anladı . Cuddy'nin mukeme gücüne, mantığını kullanabilmesine hayran olsam da House için üzüldüm işte. O, büyük bencillik içinde küçük bir çocuk gibiydi. Aslnda çocukların da tek düşünebildikleri kendileri olduğu için House'nin bir çocuk olduğunu söyleyebiliriz :)

Bu yazıyı House için yazmadım, zira kendimi dizilere kaptırıp onlarla yaşayan biri değilim :) Fakat bu bölüm dipte yatan korkuları ayağa kaldırdı , bana da iki çift kelime döküp rahatlamak düştü desem yalan olmaz. Bencil olmadan sevebilmek ve sevilebilmenin, birinden bencil olmamasını istemenin aslında pek de haklı bişiy olmaması; iki kişinin bir olması için mutlaka bir diğerinin daha çok şey vermesi gerekmesi ve bu kuralların ne yazık ki hayatta Murphy yasaları kadar gerçek olması...

Uzun süredir durup kendini dinlemeyen ;'mutlu muyum?' diye sorgulamayan bünyeye ağır gelen bir bölüm oldu sonuçta işte. Bencil amaçlarla bir teenager isyanı yazısı yazdırdı:)

6 Mart 2011 Pazar

Byosoku 5 centimeter



Bahçesinde 2 kiraz ağacı olan bir evde, ağacın tatlı pembe yapraklarının sadece bir tanesini koparmak istedim. Zaten kalp şeklinde olan bu pembe minik taç yaprağı defterime yapıştıracaktım. Ama dokunur dokunmaz bu narin çiçeğin tüm yaprakları bıraktı kendilerini rüzgara... Baharı en çok iki ağaçla yaşardım zaten; bi kiraz bi erik. Pembe - beyaz. Belki bu nedenle japonyaya kiraz ağaçlarının açtığı zaman gitme özlemi ile büyümüş olmam. Belki bu yüzden 'kiraz ağaçlı japon filmleri'ni bu kadar sevişim.

5 centimeters per second, kesinlikle blue ray izlenmesi gereken bir görsel şölen. Japonların animelerinde doğa ögelerini bu kadar başarıyla kullanmalarına hep hayran olan ben, kiraz çiçekleri manzarası ile başlayan bu filme ilk dakikadan ısındım. Böylece ,Byosoku 5 centimeter de benim gönlümde , kiraz çiçekleri ve kuzey ışıkları ile yerini aldı bile.

Kahramanlarımız çocukuk çağlarından beri birbirlerinden hoşlanan fakat çok az vakit geçirebilip daha sonra sürekli farkli illere taşınan bir çifttir. Biz , 3 parçaya ayrılmış hikayenin ilk kısmını çiftimizin melankolik aşık erkeği tarafından dinliyoruz. Bu bölümde özellikle sevdiğine kavuşmak için sabırszlanırken sürekli rötar yapan trenin içinde karakterimizin artan sabırsızlığı ve huzursuzluğu kesinlikle , sahneler ve o anlara hakim olan sessizlik,kar yağışı sentezi ile seyirciye çok iyi geçiyor.. 2. bölümde ise aşkından içine kapanmış bu melankolik-cool oğlana umutsuzca aşık bir kızcağız ağzından dinliyoruz öyküyü. Burası hikayenin teenager kısmı diyebilirim. Cool çocuk uzaktaki birine aşıktır, liseli kız da ona, umutsuzca:) ... Teenager kızımızın bu sevgiden güç alıp nasıl hayatını değiştirebildiğini ve çocuğumuzu bol yıldızlı göklerdeki astronotlara benzettiği de şahane gökyüzü-deniz görüntüleri ile izliyoruz. Filmin son bölümü ise , hikayeyi biraz daha değiştirip günümüz dünyası koşuşturmasında mutsuzluk temasını işlemiş.3 bölümle büyüyen melankolik karakterimiz, uzaktaki aşığı ile bir şekilde bağını kaybedip kariyere, işe güce dalıp duygusuzlaşmıştır. Bir gün bir kiraz çiçeği yaprağı ona unuttuğu duyguları hatırlatır ve biz de yine karakterimizin iç konuşmalarını mükemmel sahneler,kiraz çiçekleri, aşık olduğu kızın değişen yaşamından kareler ile izleriz... Filmin sonunda video klip tadındaki sahneler ise bir çoğunuzun favorisi olacaktır eminim.

Bir aşk hikayesi anlatsa da korktuğum kadar dramatik değil filmimiz:) Fakat filmin ana konusunun derin hüzünle arkadaş olan aşk - kavuşamama duygusu olduğunu söylemeliyim. Bu nedenle özellikle duygulara yoğunlaşılan bölümlerde görüntülerin , filmin sessizliğinin gergin rehaveti çok başarılı.Bir japon animesinin alt metninden beklentileriniz ne kadar yüksek bilmem ama , byosoku 5 centimeter, kendi senaryosunda yansıttığı insan hayatı dönemlerine uygun olarak işliyor konusunun görselliğini. Yani bu esnada hem renkleri azalıyor hem mekanları tutarlı olarak değişiyor.

Gerçek dünyaya çok yakın , hatta ondan daha güzel görüntüler ile bana Japonya'da kiraz ağaçları altında, denizden gelen serinliğe doğru mopet kullanma hayallerimi tekrar canlandırdığı için ve Miyazaki filmlerinden aldığım tadın yanına biraz yanaşabildiği için bu filmi pek sevdim.

İyi seyirler...




19 Şubat 2011 Cumartesi

Yeraltından


Michael Jackson öldüğünde , annesi ile yapılan bir röportajda dikkatimi bir şey çekmişti. M.J; eve gelip de aile üyelerini tv başında görünce buna çok şaşırırmış ve ' dışarıda akıp giden koca bir hayat varken siz nasıl oluyor da tv izlemeye vakit bulabiliyorsunuz anlamıyorum' dermiş.

Bu yazımda Michael Jackson'un başarılarından falan bahsetmeyeceğim ama sanırım dünyaya mal olabilmiş bir insanın nasıl düşündüğünü açıkça ortaya seren bu cümle beni etkilemiş ve düşünmeye sevk etmişti. Tv fanatiği olmak gerekmiyor, eğer elimizden aksi geliyorsa ,üretmeden-çalışmadan-keşfetmeden- başkalarını mutlu etmeden-okuyup öğrenmeden geçirilen anları boş ve mutsuz sayanlardanım ben de.Tabi ki bazen böyle düşünebilmek eyleme geçmeye yetmiyor... Özellikle bir durup düşünme fırsatı bulduğunuzda bir çok olguyu; nedeni ve sonucunu önemsemeden hiçe sayabilen biriyseniz, orada durun, fazla düşünüyorsunuz! Durup düşünmeye fırsat bulamayacak kadar amaçlı ve telaşlı iseniz , mutsuzluğu ve tatminsizliği akıllılık zannetmeyin; bırakın hayatınız tutunduğu yerden aksın. Nasılsa bizim sorgulamalarımız sürerken de yeni olgular, nedenler ve sonuçlar getirecek kaçınılmaz döngüler...

Aslında tüm bunları bana yazdıran bir kitap okuyorum şu sıralar. Yine unutmamak için yazma fikrimden destek alarak biraz bahsetmek isterim.

Yeraltından Notlar- Fiyodor Mihayloviç Dostoyevski

Dostoyevski'yi keşftmek için doğru bir kitap olduğunu duymuştum . Birkaç eserini daha okumadan bu yorumu savunamayacağım ancak kitap hakkında bir iki kelime etmek istedim. Dünyadan kendini soyutlamış, olayları , olgu ve kişileri tutunmaya değer bulmayan bir karakterin içsel konuşmalarını ve hayat öyküsünü okuyoruz kitapta. Karakter ,o kadar çok -ya da bakış açısına göre farklı- düşünüyor ki hayatın içindeki maddi-manevi tüm olguları, sosyolojik dayatmaları kafasında sıfırlamış. Örneğin; kızgınlığının sebepleri üstünde fazlaca düşündüğü için kin tutamadığını ve kızgınlık nedeninin uçup gittiğini söylüyor bu yeraltındaki kendi deyimi ile 'hasta' adam. Çoğunlukla oldukça karanlık, umarım her satırında size de 'bunu ben de düşünüyorum' dedirtmiyordur diye umduracak kadar karanlık düşünceleri savunuyor. Savunduğu bazı düşünceler ile tembel insanlara da küçük sığınaklar yaratabilir bu kitap:) Aslında savunduğu fikirleri ben de kimi zaman ucundan düşündüğüm için empati yapabilsem de; sanırım benim yorumlarım kitaba göre yerüstündeki insanların görüşleriyle daha örtüşüyor...

Dostoyevski okumanın ağır zevkine yeni varmış olsam da ; günümüz dünyasında verimli yaşamak için yer üstünde kalmamız gerektiğini kabullenerek yaşamanın daha büyük marifet olduğunu ,büyüdükçe ,anlamaya başladığım için olsa gerek bu kitap kişisel olarak benim için eski karanlık günlerime açılan bir kapı da oldu. Bu nedenle dikkat çekici birkaç cümlesini eklemek istiyorum;

'Her şeyin bilincinde olmak bir hastalıktır; hayatını sürdürebilmek için insana daha yalın bir anlama yeterlidir.' ( agreed:))
' Beni en çok sarsan, bir tabiat kanunuymuş gibi; her zaman her yerde , haklı veya haksız olsam da herkesten önce kendimi suçlu görmemdir! Bunun sebebi ; kendimi etrafımdaki insanlardan daha akıllı bulmamdır...'

Kitabın ilk sayfalarında bahsedilen düşünen insan ve eylem adamı farkının en çarpıcı yorumu bence ; 'eylem adamı ahmaktır, ama belki normal insanın ahmak olması lazımdır.'

Yeraltından Notlar okunmalı, hatta biraz geç kalınarak okunmalı. Hayatla ilgili görüşlerimizi oturttuğumuzda, kendi karanlığımızdan geçebildiğimizde ve tutunamayan yerine tutmayı seçtiğimizde; geride bıraktığımız acı tadı tekrar hissetmek , belki de biraz yorgunluğumuzdan sıyrılıp yerltına kaçamak yapmak için...

not: Zeki Demirkubuz; Yeraltından Notlar'ı sinemaya uyarlıyor. (ayrıntılı bir izleme için okunduğu iyi oldu.)


4 Şubat 2011 Cuma

Hair ,1979




Unutmamak için yazmak mühim. Uzun zamandır , unutmaktan korktuğum için bir çok şeyi not aldığımı farkettim. Tüketmemek için , geri dönüp hatırlayabilmek için... Bu arada, çok didinip okumaya çalıştığım kuramsal sinema kitapları sinema zevkime limon sıkarak ( limon sevmediğim sanılmasın, ekşi iyidir ama zorlar insanı); benim için her bir film izlemeyi; tükenip gitmesin endişesi ve yönetmeni anlama telaşı içinde filmi iyi özümsemeye adanmış küçük ve ağır dersler haline getirdi. Bu aslında amacım olmasına rağmen, vicdani rahatlık seviyesi dediğim şeye ulaşabilmem için yolun katetmem gereken mesafesinin kocaman ; kat edebildiğimin ise küçücük olduğunu gördüm... Ve hayatın istediğimiz seviyeye gelene kadar başımızdan geçen olaylardan ibaret olduğunu bize hatırlatan pek çok olay da gördüm ( John Lennon dışında:)...

Uzun lafın kısası, kaygıları bir kenara bırakıp, hatırlamak için yazmaya devam...

Eğer benim gibi , izlediğinizin hafzanızda ve benliğinizde kaybolup gitmesini istemiyorsanız size bir önerim var.;

*Filmin scriptini (senaryosunu) okumak.

Ben genelde filmleri izledikten sonra yapıyorum bunu,okurken kafamda sahneleri geçirmenin keyfi bir yana;benim gibi , yazılı materyallerle çalışmakta daha rahat eden insanlar için filmden alınan zevki iki katına çıkardığını düşünüyorum. Ayrıca sinemanın görsel dikkat dağıtıcılarından uzakta, sadece metnin zenginliği ve mesajları ile ilgilenme fırsatınız da oluyor böylece.
Bu tekniğin yabancı dil öğrenmede büyük fayda sağladığını eklemem gerek. Filmi altyazılı izledikten sonra ,bir de altyazısız izleyip anlamadığınız yerleri senaryodan takip etmeyi deneyin. Sıkılmıyorsanız bunu her film için birkaç kez tekrarlayın. Bu çalışma stilini bir forumda okudum ve gerçekten kelimelerin telaffuzlarının,kullanıldığı yerlerin ve kalıpların akılda kalmasına yarayan eğlenceli bir yöntem olduğunu onayladım ben de.
Buradan aradığınız birçok filmin senaryosunu bulabilirsiniz ; internet movie script database

Gelelim Hair'e.

68 kuşağı ve Hippie leri en iyi anlatan film olduğu söylenir hep. Orduya girmeye karar vermiş bir genç cowboy , şehre geldiğinde savaş karşıtı, Hippie tarzı yaşayan bir arkadaş grubunun içinde bulur kendini . Bu arada zengin ve güzel bir kız da aklına düşer . Biz de film boyunca, karakterimiz üstünden işlenen savaş ve ordu karşıtlığı, zengin kızımız yoluyla yapılan hafif burjuvazi eleştirisi; çılgın arkadaşlarla yansıtılan Hippie yaşam tarzı ve cowboy gencin hayalleri ile ilgili , bol eleştirili muzikal sahneler izleriz. Filmin sonu ise tüm izleyiciler için oldukça 'vurucu' ve biraz da üzücü.
Müzikalin başarısını müzikleri belirler. Hair'inkiler yıllardır etrafta duyup da ait oldukları yeri bilmediğim şarkılar idi. Benim en çok sevdiklerim ;"Aquarius", "Easy to Be Hard" ve filmin sonu ile içimize işleyen , neşesinin altındaki hüznü ile filmi izleyenleri izlemeyenlerden ayrı duygulara sürükleyen "Flesh Failures (Let the Sunshine In)".

Hippie akımı ve 68 hayranları için bayılacakları pek çok şey içeriyor film. Korkusuz ve sorgusuz yaşayan Hippie genç Berger , Hippie lerimizin renkli stilleri, filme ismini veren asi duruşlarının yansıması saçları ve Woodstock görüntüleri ... Ama bunun yanında insanlık için hiçbir dönemde eskimeyecek konuları işleyen ve tadı kolay kolay azalmayacak renklilikte olan Hair, aslında keşke içindeki endişelere artık gülüp geçebilecek durumda olsak dedirtiyor. Keşke savaş endişelerimiz azalmış olsa, keşke orduya alınma sahnesi gerçekçiliğini kaybetmiş olsa, keşke hayat Hippie 'ler kadar hesapsız yaşanabilecek kadar kolay olsa...

Kült filmlerin , işlediği konular hiçbir dönemde güzelliğini kaybetmeyen filmler olduğunu savunursak , Hair' i izleyip kült olduğunu onaylamış olmaktan mutluluk duyuyorum. :)

Soundtrack'e buradan ulaşabilirsiniz : hair ost